Demokrasinin Maskesi: Sermayenin Tiyatrosu
Bir perde açılıyor. Koca bir sahne. Işıklar halkın üzerine tutulmuş; “Egemenlik milletindir” deniliyor. Elimize bir oy pusulası tutuşturuluyor, sanki kaderimize hükmediyormuşuz gibi. Oysa bu yalnızca bir oyunun parçası. Demokrasinin adıyla oynanan bu tiyatroda, gerçek egemenlik sandığa hapsedilmiş bir yanılsamadır.
Sokaklarda elleri nasırlı işçiler, tarlalarda sırtı yanmış köylüler, kalemiyle geçinmeye çalışan emekçiler var. Ama onların sesi, seçim meydanlarında duyulmuyor. Çünkü orada yalnızca para konuşuyor. Siyasetin dilini artık halk değil, finansman belirliyor. Afişler, kampanyalar, televizyon reklamları… Hepsi birer sermaye yatırımı. Ve sermaye, yalnızca kendisine hizmet edene yatırım yapar.
Halkın seçtiği sandıktaki kişiler kimlerdir? Genellikle şirketlerin finansal desteğiyle yükselen siyaset mühendisleri, özel üniversitelerde yetişmiş elit teknokratlar ya da partilerin vitrinine konulmuş, halkla bağını koparmış yüzlerdir. Onlar, işçinin değil, bankaların; emekçinin değil, hissedarların; yoksulun değil, piyasaların sesini duyarlar.
Ve işte en büyük yanılsama burada başlar: Demokrasi denilen sistem, tüm halkın eşit söz hakkına sahip olduğu bir yönetim biçimiymiş gibi sunulur. Oysa gerçek çok daha acıdır. Bu sistemde eşit oy hakkı, ekonomik eşitsizliği örtemez. Seçme hakkınız vardır ama seçme şansınız yoktur. Size sunulan adaylar, çoğu zaman aynı sermaye düzeninin farklı tonlarıdır.
Bu oyunda “sistem karşıtı” olmaya çalışanlar da çok geçmeden oyundan atılır. Avrupa'nın pek çok ülkesinde sosyalist, komünist partiler ya yasaklanmış ya da sistemin dışında tutulmuştur. Bu yasaklamalar, halk iradesine değil; düzenin bekasına duyulan korkunun sonucudur. Çünkü gerçek halk egemenliği, egemen sınıfların korkulu rüyasıdır.
Ulus-devlet söylemiyle beslenen bu sistem, sınıfsal farkları “millet birliği” içinde görünmez kılmaya çalışır. Ama açlık milliyet tanımaz. İşsizlik pasaport sormaz. Evsizlik, hangi marşı söylediğinizle ilgilenmez. “Hepimiz biriz” denir, ama biri altın kaplı salonlarda yasalar yaparken, diğeri kredi borcunu ödemek için iki işte çalışır.
Bu yüzden demokrasi, bugün bir maske halini almıştır. Ardında sermayenin yüzü gizlidir. Seçimler, halk iradesiyle değil, finansman planlarıyla şekillenir. Meclisler, halk tribünlerine benzer. Görünürde halk içindedir, ama kararlar halk dışında alınır. Demokrasi, sermayenin tiyatrosudur ve bizler figüranlarız.
Perdeyi Kapatmak: Devrim ve Gerçek Demokrasiye Doğru
Bu sahte tiyatronun sonu ancak halkın kendini yeniden sahnenin gerçek sahibi ilan etmesiyle gelebilir. O da sistem içi reformla değil, yalnızca köklü ve tarihsel bir kırılmayla mümkündür: Sosyalist bir devrimle.
Çünkü mevcut kapitalist yapının doğası gereği, gerçek halk iktidarını bünyesinde barındırması imkânsızdır. Kapitalizm, sınıfsal eşitsizliklerin üzerine inşa edilmiş bir üretim tarzıdır; onun siyasal üstyapısı olan temsilî demokrasi ise bu eşitsizlikleri meşrulaştırmanın aracıdır. Yani yalnızca sömürüye dayalı ekonomik ilişkiler değil, onun korunmasını sağlayan siyasal yapılar da topyekûn sorgulanmalıdır.
İşte bu noktada, sosyalist devrim yalnızca iktidarın el değiştirmesi anlamına gelmez; iktidarın doğasının değişmesidir. Halkın, kendi yaşamı üzerinde doğrudan söz sahibi olduğu yeni bir toplumun kuruluşudur. Bu yeni toplumda, halk yalnızca oy veren değil, karar alan, uygulayan ve denetleyen bir özneye dönüşür.
Halk konseyleri ya da işçi meclisleri, bu yeni yönetim biçiminin özüdür. Fabrikada çalışan işçi, okulda okuyan öğrenci, mahallede yaşayan yurttaş… Herkes kendi yaşam alanında söz ve karar sahibidir. Bu konseyler birbirine yatay ilişkilerle bağlanır; emir-komuta zinciri değil, karşılıklı temsil ve geri çağrılabilirlik esastır. Hiçbir yönetici mutlak değildir; herkes halkın iradesine tabidir.
Bu sistem, tarihte Sovyetler, Paris Komünü gibi örneklerde denenmiş; eksikliklerine rağmen gerçek halk katılımının nasıl mümkün olabileceğini göstermiştir. Bugünün dünyasında ise bu modellerin yaşayan bir örneği, Chiapas, Meksika’daki Zapatista halk meclislerinde görülmektedir. EZLN öncülüğünde, devletin dışında ve ona rağmen inşa edilen bu doğrudan demokrasi deneyimi, halkın kendi kaderini tayin etmesinin çağdaş ve radikal bir örneğidir. Eğitimden sağlığa, adaletten tarıma kadar her alanda halkın örgütlü karar mekanizmalarıyla yönetim kurduğu bu sistem, “demokrasi”nin yalnızca sandıkla değil, yaşamla mümkün olduğunu ispatlamaktadır.
Ancak burjuva demokrasisinin kuralları içinde kalarak bu modele ulaşılamaz. Zira egemen sınıf, kendi çıkarlarına dokunan her girişimi “yasa dışı”, “aşırılık” ya da “ulusal güvenliğe tehdit” ilan eder. Dolayısıyla gerçek demokrasiye ulaşmanın yolu, önce bu sahte demokrasiyi deşifre etmekten; sonra da örgütlü, bilinçli bir halk hareketiyle onu tarih sahnesinden silmekten geçer.
Bu, kolay bir yol değildir. Ama ne açlık kolaydır, ne aşağılanmak, ne de her seçim döneminde umut satılıp ardından hayal kırıklığı satın almak... Kolay olmayan ama onurlu olan bu yolda yürümek, yalnızca bugünün değil, gelecek kuşakların da insan onuruyla yaşayacağı bir düzenin kapısını aralamaktır.
Ve işte o zaman demokrasi, artık bir illüzyon değil; halkın kendi elleriyle yazdığı, gerçek bir yaşam senaryosu olacaktır.