Kadın bedeni… Yüzyıllardır vitrine konmuş bir mal gibi bakıldı ona. Üzerine anlamlar yüklendi, şekillendirildi, denetlendi, tartıldı, biçildi. Ne giyeceğine, nasıl oturacağına, nasıl susacağına kadar her şey yazılı olmayan bir yasa gibi dayatıldı. Bu bedenin kime ait olduğu sorusu ise hiç sorulmadı. İşte tam da bu noktada Frida Kahlo çıkıyor karşımıza. Kırık bir bedenle, parça parça olmuş bir ruhla ama dimdik duran bir iradeyle. O, kendi acısını saklamadı. Bedenini gizlemedi. Tersine, her kırığını, her sancısını, her kanamasını tuvaline aktard…
Aşk acısı çekiyorum, evet, ama bu acı bir kişiden, bir anıdan ya da yitirilmiş bir ihtimalden değil; bu, hiç var olmamış birinin yokluğunda büyüyen, zamanla kök salıp sessizce benliğimi sarıp sarmalayan bir özlemin acısı. Bir isimle çağıramadığım, bir yüzle hatırlayamadığım, ama yine de bin yıldır tanıyormuşum gibi içimde yaşayan, rüyalarımın kıyısında beliren ve uyanınca her defasında elimden kayan, o tarifsiz varlığa duyduğum yanık bir bağlılık bu. Ne sesini duydum onun, ne gözlerine baktım, ne bir an olsun ellerine değebildim; ama içimde …
Kadın… Yüzyıllardır kendi küllerinden doğarken, o küllerin altına başka kadınları gömmeye mecbur bırakılmıştır. Annelik, ona verilmiş kutsal bir payeymiş gibi sunuldu; oysa çoğu zaman bu paye, görünmeyen bir zincirdi bileğinde. Kadın, erkek egemen düzenin inşa ettiği evin içinde, duvar olmuş bir bedendir artık. Bir anne… Elinden tutulmamışken kendi annesi tarafından, yine de ilk tuttuğu el olur kendi çocuğunun. Ama bu el, kızına şefkati taşırken oğluna özgürlüğü sunar. Oğlunu övünerek "adam gibi adam" diye büyütürken, kızına “biraz…
Kadının ne giymesi gerektiğine dair fikir beyan etmekten kendini alamayan erkeklerin sesi, çoğu zaman sevgi, kaygı ve koruma kılığına bürünür. “Biz sadece onun iyiliğini istiyoruz,” derler. “Biz erkekleri tanıyoruz, böyle giyinirse başına kötü bir şey gelir.” Söylenişi yumuşaktır belki, ama taşıdığı anlam ağırdır: Kadın hâlâ kendi bedeninin, kendi güvenliğinin ve kendi kararlarının öznesi değilmiş gibi konuşulur. Bu söylem, kadının bilgi ve deneyim birikimini görmezden gelen, onun yaşadıklarını yok sayan bir üstten bakışın tezahürüdür. Ve e…
“Aynı gökyüzü altında, bambaşka hayatlar yaşanır.” Güler Sabancı sabah uyanır. Güneşi filtreleyen perdelerin ardında yeni bir gün başlar. Şoförü çoktan kapıda, toplantı ajandası doludur. O, Türkiye’nin en güçlü kadınlarından biridir. Kadındır ama güvendedir; çünkü serveti, soyadı ve konumu ona görünmez bir zırh sunar. Cam tavanlar onun için çoktan delinmiştir. Ataerkil düzen, onun karşısında baş eğmiştir. Oysa aynı saatlerde, İstanbul’un arka mahallelerinden birinde, bir tekstil işçisi kadın sabah ezanıyla birlikte uyanmıştır. Çocuğunu alelace…
Bazıları gözlerini kapatır. Duymamayı, görmemeyi, bilmemeyi seçer. Çünkü bilirler: Bir kez açıldı mı o gözler, bir daha hiçbir şey eskisi gibi kalmaz. Kalp ağırlaşır, omuzlar çöker. Bilgi, yalnızca bir ışık değil; yakıcı bir ateştir. Yanmazsan, bilemezsin. Bilirsen, artık huzurdan söz edemezsin. İnsan, öğrendiği an değişir. Ve bazen bu değişim, insan için yıkımdır. Hakikate yaklaştıkça dünya daralır, nefes zorlaşır. Bir çocuk açlıktan ölürken tok kalamazsın. Lüks bir sofrada yemek yerken, boğazında Afrika'nın kurak topraklarının tadı kalır…
Bazı insanlar bu dünyaya geldiklerinde, içlerinde bir çığlıkla doğarlar. Kimse duymaz o çığlığı, çünkü sessizdir. Ama o sessizlik her gün yankılanır zihinlerinde. Zihin... Hem sığınak, hem de hapishane olur onlara. Tıpkı ona olduğu gibi. O, Bipolar bozuklukla yaşıyor. Ya da belki daha doğru kelimeyle: yaşamaya çalışıyor. Depresyon onun üstüne sadece karanlık bir örtü sermiyor — omuzlarına taşınamayacak kadar ağır bir yük de yüklüyor. Ve bu yük, belki de en çok şu yüzden dayanılmaz oluyor: O, her şeyin farkında. Hasta olduğunu biliyor. Yet…
Bazen insan sabaha karşı bir yerde uyanır. Yastık ıslanmıştır ama ağladığını hatırlamaz. Ya da bütün gün öylece oturur; saatin kaç olduğu, ne yaptığı, neyi beklediği belirsizdir. Sanki biri içeriden fişi çekmiştir. Ama nefes almaya devam eder. Ve bu, bazen bir lanet gibi gelir. Kimyasal dengesizlik derler. Beynin serotonin, dopamin, norepinefrin gibi şeyleri eksik ya da fazla salgılamasından bahsederler. Duyguların bir kimya meselesine indirgenmesi insanı tuhaf bir yere sürükler. Peki ama kim bozuldu önce? Beyin mi? Yoksa zihin mi çatladı da…
Giriş Bir gün aynaya baktığınızda kendinizi göremediğinizi düşünün. Sesiniz yankılanmaz, adınız unutulur, iziniz silinir. Siz hâlâ oradasınızdır ama dünya sizi terk etmiştir. Modern Türkiye’de kimliğini devletin çizdiği kalıplara sığdıramayan milyonlarca insan, işte böyle bir görünmezlik içinde yaşar. Bu, fiziksel değil; sembolik, kültürel ve siyasal bir yokluktur. Tıpkı Altıncı His filminde Dr. Crowe’un yaşadığı gibi: Hayattadır ama ölü muamelesi görür. Bu yazı, Türkiye’de ulus-devletin inşa ettiği “makbul vatandaş” çerçevesine sığmayan grup…
Türkiye’nin modern tarihi, sık sık askeri müdahalelerle kesintiye uğrayan, halk iradesinin cuntalar eliyle bastırıldığı bir mücadeleler tarihidir. Bu darbeler, yalnızca siyasi iktidarı değil, toplumsal yapının en derin katmanlarını da hedef almış; halkın örgütlenmesini, emeğin haklarını, düşünce ve ifade özgürlüğünü ezerek sermayenin önünü açmıştır. Bu yazıda, Türkiye'deki darbeler tarihine sosyalist bir perspektiften yaklaşacak, özellikle 12 Eylül 1980 darbesini merkeze alarak bu süreci ele alacağız. Zira bu darbe, yalnızca bir hükümeti d…
Gecenin koynunda başlayan sessizlik, içimde fırtınalar koparırken anlamını yitiriyor. Göz kapaklarım ağır, ruhum yorgun, ama bir türlü uyuyamıyorum. Uykusuzluk, yalnızca bir durum değil; içimi kemiren, ciğerime işleyen, görünmez bir yangın gibi beni saran bir azap artık. Her gece başımı yastığa koyduğumda, karanlıkla birlikte gelen düşünceler boğazıma düğümleniyor. Gözlerim tavanda, kalbim boşlukta, aklım geçmişin keşkelerinde dolanıyor. Uyuyamıyorum çünkü içimde kopan fırtınalar, zihnimi bir savaş alanına çeviriyor. Keder, dert ve depresyon k…
İnsanın dünyaya dair en eski sorularından biri, belki de en ilkel olanı, aynı zamanda en yakıcı olanıdır: “Neden yaşıyoruz?” Bu soru, ne kadar felsefi dursa da aslında varlığımızın merkezindedir. Sofrada tek başına yenen bir yemekten sonra, kalabalık içinde hissedilen yalnızlıkta, hastane koridorlarında ya da bir günün sonunda aynaya bakarken ortaya çıkar. İnsan, varlığına anlam arar. Ama dünya bu soruya cevap vermez. Albert Camus, işte bu sessizlikte doğan boşluğu "absürd" olarak tanımlar. Absürd, insan ile dünya arasındaki çelişk…
İnsan, aklı evcilleştikçe içgüdülerinden utandı. Bedenin çığlık atan isteklerini bastırmakla övünür oldu. Açlığı disipline etti; oruç tuttu. Öfkeyi zincire vurdu; sabır dedi. Cinselliği yonttu; ahlak koydu adını. Ama ne zaman ki mesele aşka geldi, insan en mantıklı hâliyle bile acizleşti. Çünkü aşk, bastırdığımız diğer tüm yönlerden farklı olarak, yalnızca bedenin değil, zihnin de bir aldanışıdır. Evrimsel psikoloji bize aşkı romantik değil, biyolojik anlatır. Der ki: Aşk, türün devamını sağlayan bir yazılımdır beynin içinde. Partner seçimin…
“İnsan olmak bir niteliktir. Bu yüzden azalıp çoğalabilir. Kim daha fazla insansa, daha fazla dertlidir.” — Ali Şeriati Bazı sözler vardır, insana yalnızca bir fikir vermez; aynı zamanda bir yük de bırakır. Ali Şeriati’nin yukarıdaki sözü böyle bir yüktür. “İnsan olmak” gibi basit görünen bir eylemin, aslında sürekli yeniden kazanılan bir nitelik olduğunu fısıldar bize. Daha fazlası, bu niteliğin yalnızca erdem değil, bir bedel olduğunu da anlatır: Dert. Şeriati’ye göre insan olmak, doğuştan gelen bir ayrıcalık değil; çabayla, farkındalıkla, …
Bugün Anneler Günü. Çiçeklerin alındığı, sofraların kurulduğu, sarılmaların çoğaldığı o özel gün… Ama bazı annelerin bu günde ne çiçeği vardır, ne de sarılacak bir evladı. Bazı anneler için bu gün, bir yokluğun yıl dönümü gibidir. Sessiz, sarsıcı ve unutulmaya zorlanan… İşte bu yüzden, bugün yalnızca kutlama değil, bir vefa günüdür. Bugün, evlatlarını kaybeden ya da onlardan haber alamayan, yüreği eksik atmaya mahkûm edilmiş tüm annelere ses olma günüdür. Selam olsun Arjantin’in Plaza de Mayo Meydanı’ndaki beyaz başörtülü annelere… Onlar …
Bazı sessizlikler vardır ki insanın içine bir şiir gibi süzülür. Rüzgârın ağaç yapraklarında bıraktığı titreşim kadar nazik, bir mürekkep lekesi kadar derin… İşte o sessizlik bazen "tekbaşınalık" olur; gönüllü bir içe dönüş, kendini kendinde bulma arzusu. Bazen de "yalnızlık" olur; unutuşun, terk edilişin ve özlemle sarmalanmış bir bekleyişin adı. Tekbaşınalık, kalabalıkların gölgesinde değil, kendi ışığında yaşamayı seçmektir. Gönlün bir rıza ile çekildiği sükûnettir. Şairlerin geceleriyle sırdaş olduğu, yazarların kelimel…
Kapitalizmin herkes için refah üretebileceği iddiası, yalnızca yüzeydeki başarı hikâyelerine bakılarak yapılmakta, sistemin temel çelişkileri göz ardı edilmektedir. ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkelerin yüksek yaşam standartları, sistemin “başarısı” olarak sunulurken; bu ülkelerin tarihsel ve güncel düzeyde başka toplumların kaynaklarına bağımlı oldukları gerçeği görmezden gelinir. Refahın küresel ölçekte yaygınlaştırılması, kapitalizmin eşitsizlik üreten doğası nedeniyle mümkün değildir. Bu durum, yalnızca ekonomik bir mesele değil; aynı zam…
İnsan sosyal bir varlık. Doğduğumuz andan itibaren, başka insanların bakışları, yorumları, onayları veya dışlamalarıyla kim olduğumuzu öğreniyoruz. Ayna gibi bir toplumun karşısına geçip kendi benliğimizi şekillendiriyoruz. Peki, bu aynaya baktığımızda ne görüyoruz? Görmemiz gereken gerçekten biz miyiz, yoksa bize ait olmayan ama bize yapıştırılmış etiketler mi? Bugün birine "çok güzelsin" dediğimizde aslında neyi övüyoruz? Bu cümlede, kişinin kontrolü dışında gelişmiş bir fiziksel özelliği takdir ediyoruz. Ancak, aynı kişiye "…
İnsan, anlam arayan bir varlıktır. Tarih boyunca filozoflar bu arayışın yönünü, niteliğini ve sonucunu sorgulamışlardır. 20. yüzyılın iki büyük düşünürü, Albert Camus ve Martin Heidegger, bu soruya birbirinden farklı ama çarpıcı yanıtlar verir. Camus, Sisifos Söyleni 'nde insanın anlamsızlıkla mücadelesini ve başkaldırısını işlerken, Heidegger Varlık ve Zaman ’da insanın ölüme doğru varlık olduğunu belirterek sahici yaşamın ölümle yüzleşmekten geçtiğini savunur. Bu yazı, bu iki yaklaşımı karşılaştırarak, emeğin trajik ama onurlu yerini tar…