
“Aynı gökyüzü altında, bambaşka hayatlar yaşanır.”
Güler Sabancı sabah uyanır. Güneşi filtreleyen perdelerin ardında yeni bir gün başlar. Şoförü çoktan kapıda, toplantı ajandası doludur. O, Türkiye’nin en güçlü kadınlarından biridir. Kadındır ama güvendedir; çünkü serveti, soyadı ve konumu ona görünmez bir zırh sunar. Cam tavanlar onun için çoktan delinmiştir. Ataerkil düzen, onun karşısında baş eğmiştir. Oysa aynı saatlerde, İstanbul’un arka mahallelerinden birinde, bir tekstil işçisi kadın sabah ezanıyla birlikte uyanmıştır. Çocuğunu alelacele hazırlarken, mutfakta kocasının sinirli bakışları üzerine çöker. Kahvaltı edemez; çünkü geç kalırsa yevmiyesi kesilir. Fabrikaya doğru attığı her adım, yoksulluğun, kadınlığın ve görünmezliğin ağırlığını taşır.
Bu ülkenin kadınları aynı göğün altında yaşıyor, ama aynı kaderi paylaşmıyor.
Türkiye’de kadın olmak başlı başına zor. Ataerkil kültür, evde, sokakta, işyerinde; hatta mahkeme salonlarında bile ensende solur. Ama bu zorluk, toplumsal sınıflara göre şekil değiştirir. Bazı kadınlar sadece “kadın” oldukları için değil, “yoksul” oldukları için iki kere ezilir. Kadın cinayetleri yalnızca bireysel erkek şiddetinin değil, sistematik sınıfsal ayrımcılığın eseridir. Çünkü hiçbir patronun kızı, namus bahanesiyle bıçaklanmaz. Hiçbir holding CEO’su, boşanmak istediği için sokak ortasında infaz edilmez. Bu ölümler, yoksulluğun, eğitimsizliğin ve sistematik değersizleştirmenin gölgesinde büyür.
Aynı çarpıklık LGBTQ+ bireylerin hayatında da tezahür eder. Türkiye, her yıl onlarca trans kadını katlederken, Bülent Ersoy’a çiçekler atar. Ona saray sofraları açılır, alkışlarla yer verilir. Çünkü onun statüsü, onun kimliğini temize çeker. Ama Esenyurt’ta, Şişli’de ya da Mersin’de yaşayan genç bir trans kadın için hayat hâlâ bir savaş alanıdır. Gözünün üstünde bir far, çantasında bir kimlik taşıdığı için her an saldırıya uğrayabilir. Ve ölürse, yalnızca adının başına tırnak işareti koyarlar. Katiline iyi hâl indirimi verilir. Çünkü onun hayatı, “toplum değerlerine aykırı” sayılır.
Bu çelişki Türkiye’nin aynasıdır: Zengin olanın kimliği görmezden gelinir, yoksul olanınki ise suç sayılır. Kimileri bağra basılır, kimileri toprağa gömülür. Kimileri televizyonlarda “cesur” ilan edilir, kimileri mezar taşsız gömülür. Görünürlükle temsil edilen sahte bir eşitlik, gerçeğin üzerini örter.
Kadın cinayetleri münferit değildir. Trans cinayetleri de öyle. Hepsi sistematiktir. Hepsi, göz yuman bir devletin, sessiz kalan bir toplumun ve normalleştiren bir medyanın ortak suçudur. Her 8 Mart’ta pembe kurdele takanlar, her Pride ayında “Bülent Ersoy da çok başarılı ama…” diyenler, aslında bu cinayetlerin arkasında duranlardır. Çünkü bu ülkede bazı hayatlar sadece izlenmeye, sadece görsel olarak tüketilmeye layık görülür, yaşamaya değil. Onlara hayat tanınmaz, sadece ölümleri dramatize edilir.
Ama mesele yalnızca vicdan değil, düzendir. Bu düzenin adı kapitalizmdir.
Kapitalizm; kadını, trans bireyi, yoksulu sadece birer imge olarak sever. Acılarını pazarlayabileceği sürece önemser. Yeter ki sistemin dişlilerini yağlasınlar. Güler Sabancı’nın kadınlığı ya da Bülent Ersoy’un kimliği; sistem için bir tehdit değildir. Çünkü onlar, bu çarkın parçasıdır. Ama sokaktaki kadın, evdeki anne, gece çalışan seks işçisi, üniversiteli eşcinsel, kasiyer trans birey… onlar hâlâ dışlanandır, ötekidir, susturulması gerekendir.
Ve bu yüzden bu düzen yıkılmadan hiçbir eşitlik mümkün değildir.
Kapitalizm doğası gereği adil değildir. Farklılıklara değil, onları sömürmeye ihtiyaç duyar. Ezilenleri yaşatmaz; onlara yalnızca “bir gün sen de yükselebilirsin” hayalini satar. Oysa o merdiven yalnızca yukarıdakiler içindir. Sen çıktıkça yükselmezsin; yalnızca düşüşün daha sert olur.
Bu yüzden kurtuluş yalnızca sınıf mücadelesindedir.
Ancak biz ezilenler birleşirsek, bu çürümüş sistemi yerle bir edebiliriz.
Ancak biz kadınlar, trans bireyler, işçiler, öğrenciler, yoksullar omuz omuza verirsek; adil, eşit, onurlu bir yaşam inşa edebiliriz.
Sosyalizm, kimliğimizi saklamadan, hayatımızdan korkmadan yaşayabileceğimiz tek ihtimaldir.
Orada kadınlar sabaha karşı korkuyla uyanmaz.
Orada trans bireyler sessizce ölmez.
Orada kimlikler değil, karakterler tartılır.
Orada servet değil, insan hayatı kutsaldır.
Ve biz bir gün, bu karanlığın içinden doğacağız.
Adil, demokratik bir ülkede
gerçekten yaşamak için.