Kadın… Yüzyıllardır kendi küllerinden doğarken, o küllerin altına başka kadınları gömmeye mecbur bırakılmıştır. Annelik, ona verilmiş kutsal bir payeymiş gibi sunuldu; oysa çoğu zaman bu paye, görünmeyen bir zincirdi bileğinde. Kadın, erkek egemen düzenin inşa ettiği evin içinde, duvar olmuş bir bedendir artık.
Bir anne… Elinden tutulmamışken kendi annesi tarafından, yine de ilk tuttuğu el olur kendi çocuğunun. Ama bu el, kızına şefkati taşırken oğluna özgürlüğü sunar. Oğlunu övünerek "adam gibi adam" diye büyütürken, kızına “biraz da abine yardım et” demeyi görev sayar. Oğlunun tabağını mutfakta yıkayan o eller, kızının ellerine sünger tutuşturur. Sonra da bunu “kız işi” diye adlandırır. Oysa o “kız işi” denilen şey, bir kadının hayatını tüketen görünmez bir angaryadan ibarettir.
Ve asıl acı olan şudur: Kadın bunu yetenek sanır. Şefkati kader, fedakârlığı erdem, sabrı asaleti zanneder. Çünkü ona böyle öğretildi. Sorgulamayan kadın, sorgulanamayan düzenin ilk bekçisidir. Kızını severken dahi kendi kelepçelerini miras bırakır. Ve bu miras, sessiz bir çığlıkla aktarılır nesilden nesile: “Ben dayanabildim, sen de dayan.”
Bir annenin, kendi kaderinden bir çıkış yolu aramadan, kızını aynı uçuruma yürütmesi, belki de en kanlısıdır patriyarkanın. Çünkü cellat, bu kez sevgiyle yaklaşır. Kendi yarasını saramamış bir kadının, kızının yarasını fark etmesini beklemek, karanlık bir odada güneşi aramaktır.
Oysa her kadın, zinciri kıracak ilk halka olabilir. Her “hayır” bir devrimin ilk harfidir. Çünkü patriyarka, yalnızca erkeklerle değil; annelerle, ablalarla, komşu teyzelerle, sessiz kabullerle yaşar.
Ve belki de en yüce annelik, bir gün kızının eline süngeri değil, kalemi tutuşturmaktır.