Bir Halkın Susturulan Umudu: Silahsız Mücadeleden Apo Saltanatına

 


Kürt Siyasetinin Bastırılması, PKK’nın Yükselişi ve Aydınlığın Gölgeye Yenilmesi

12 Eylül sabahı Türkiye uyandığında, sokaklarda tanklar, gökyüzünde kurşuni bir sessizlik vardı. Ama en derin sessizlik, Kürt coğrafyasına çöktü. O sabah, sadece silahlar patlamadı; söz susturuldu, fikir bastırıldı, halkın iradesi zindana atıldı. Ve o sessizlikten bir karanlık büyüdü: Tekçi bir hareket, silahlı ve lider kültüne dayalı bir yapıyla, Kürt halkının bütün çoğulcu damarlarını boğarak kendine alan açtı.

12 Eylül Öncesi: Söz Vardı, Düşünce Vardı

Oysa bu karanlığın öncesinde başka bir yol mümkündü. 1970'lerin sonunda Kürt siyasi hareketi yavaş yavaş kendi sözünü kuruyordu. KUK, Rızgari, DDKD, Kürdistan Sosyalist Partisi gibi yapılar, Marksist temelli ama silahsız, çoğulcu ve entelektüel üretime dayanan bir mücadele hattı örüyordu. Gazeteler, bildiriler, şiirler... Entelektüel seferberlik halkla buluşuyor; söz, bir silah gibi kuşanılıyordu.

Ve halk bu sese kulak veriyordu. Mehdi Zana’nın 1977’de Diyarbakır Belediye Başkanı olarak bağımsız seçilmesi, bu çoğulcu hareketin halktaki karşılığını açıkça gösteriyordu. Halk, silaha değil, fikre oy veriyordu. Sandıkta, kalemde, sokakta meşru bir direniş yükseliyordu.

Apocuların Ortaya Çıkışı ve İlk Dönemdeki Marjinalliği

Bu ortamda Apocular, yani PKK’nin ilk çekirdeği de ortaya çıktı. Ancak ilk dönemde ciddi bir karşılık bulamadılar. Ne fikir dünyalarında derinlik vardı ne de halkla bütünleşebilecek bir dil. Legal Kürt hareketinin oluşturduğu entelektüel zeminde bir yer edinemediler. Silahsız Kürt hareketi o kadar güçlüydü ki, PKK gibi marjinal gruplar o dönemde neredeyse ciddiye alınmıyordu.

Ancak Apocular’ın bu ciddiyetsizliği, onları daha saldırgan bir çizgiye itti.

PKK’nın İlk Stratejisi: Kendi Halkına Karşı Savaş

Fikri rekabet yerine şiddeti tercih ettiler. Kürt hareketinin diğer bileşenlerini susturmak, sindirmek için yola çıktılar. 1970’lerin sonlarında ve 1980’lerin başlarında, birçok suikast, tehdit ve baskı bu yapılar arasında yaşandı. PKK, Kürtlerin kendi içindeki çoğulluğunu ortadan kaldırmak için sistematik olarak Kürt aydınlarına ve örgütlerine yöneldi. Bu, sadece bir taktik değil, stratejik bir tercihti: Kendi dışındaki tüm aktörleri bastırıp hegemonya kurmak.

Ve sonra 12 Eylül geldi.

Diyarbakır Cezaevi: Bir Halkın Ruhu İşkenceyle Kırılırken

12 Eylül darbesiyle birlikte zaten kırılgan olan legal Kürt siyaseti yerle bir edildi. Dernekler, dergiler, yayınlar, sendikalar kapatıldı. Kadrolar tutuklandı, işkenceden geçirildi. Ama en derin yara, Diyarbakır Cezaevi’nde açıldı.

Burada sadece insanlar değil; düşünceler, inançlar, diller de işkenceye uğradı. Gardiyanların dövdüğü sadece bedenler değildi; bir halkın hayaliydi. Devlet, Kürtlerin barışçıl yollarla siyaset yapma imkânını Diyarbakır zindanında vahşetle yok etti.

Ve bu ortamda, silah artık mecburi bir seçenek gibi görünmeye başladı.

Bu kırılmayı en iyi anlatan sözlerden biri, cehennemi yaşamış bir isme ait: Felat Cemiloğlu, Hasan Cemal’e şöyle der:

“Hapishaneden kurtulduğum zaman genç olsaydım, dağa çıkardım.”

Bu cümlede hem bir pişmanlık hem bir isyan gizli. Çünkü o kuşak, barışçıl bir çözüm için uğraştı. Ama devlet, onları öyle bir köşeye sıkıştırdı ki; geriye kalan tek yol, dağ gibi görünmeye başladı.

Ve işte bu koşullar, PKK için eşsiz bir fırsat yarattı. Diğer hareketler imha edilmiş, halk çaresiz bırakılmıştı. Silahı elinde tutan artık yalnız kalmıştı.

Apo Kültü: Özgürlük Yerine Tek Adam Rejimi

PKK’nın bu yükselişi, beraberinde Abdullah Öcalan’ın mutlak liderliğini ve sorgulanamazlığını da getirdi. Öcalan, hiçbir zaman gerçek anlamda özgürlükçü ya da çoğulcu bir yapı inşa etmedi. Bunun yerine, hareketi ve halkı kendi şahsına endeksleyen, zamanla dogmatikleşen bir “önderlik kültü” inşa etti. Marksizm-Leninizm’i önce araçsallaştırdı, ardından tamamen terk etti. Yalnızca birkaç Murray Bookchin kitabı okuyarak, kendini yüzyılın ideoloğu ilan etti. Üstelik Bookchin’in yatay demokrasi anlayışını da çarpıtarak, yerine merkeziyetçi ve kişiye tapınmaya dayalı bir yapı inşa etti.

Öcalan’ın liderliğindeki PKK, zamanla Kürt hareketinin diğer tüm unsurlarını sindirdi. Orhan Kotan, İsmail Beşikçi gibi entelektüel, halkçı ve barışçıl figürler ya unutturuldu ya da dışlandı. Fikir değil, emir esas alındı. Parti içi eleştiriler hainlik sayıldı. Kadın hakları, sadece propaganda aracı olarak kullanıldı.

Sahte Kadın Özgürlüğü ve Gerçek Kadın Düşmanlığı

Bugün PKK ve türevleri, kadınların özgürleştiği bir model sunduklarını iddia ediyorlar. Ancak bu, kurgulanmış ve sahte bir eşitlik anlayışıdır. Kadınlara sunulan yer, çoğunlukla savaşta ölmek ya da propagandada kullanılmaktır. Öcalan’ın geçmişteki söylemleri, onun kadına duyduğu gerçek saygıyı değil, kadına yönelik tahkirini gözler önüne seriyor.

“Kürt kadınlarının çoğunun bedenleri ölü, kokuşmuş, soğuk ve çok kabadır. Ruhları donuktur, fikir düzeyleri hiç yoktur.”

“Kadın zeki ve kurnazdır. Kadınsız yaşanmaz ama mevcut kadınla da yaşanmaz.”

“Kadın bizi tersinden mallaştırdı. Kadın doğurabilir ama kadın ancak anadır. Bizde kadın başka bir şey olamaz.”

Bu sözler, bırakın feminist bir teoriyi, kadına insan olarak bile değer vermeyen bir zihniyetin yansımasıdır. Kadının değeri, Öcalan için sadece örgütsel verimliliğe indirgenmiştir. Bu sözler, ne yazık ki bugünkü "kadın özgürlük hareketi" söyleminin ne kadar çürük temellere dayandığını gösterir.

Bir Alternatif Vardı: Kotanlar ve Doğanlar

Öcalan’ın yarattığı bu tekçi ve otoriter yapı, Kürt halkının gerçek kurtuluş özlemlerini gölgeledi. Oysa halk, başka bir yolu da deneyimlemişti. Orhan Kotan, şiiriyle, entelektüel üretimiyle, eşitlikçi düşünceleriyle bir Kürt aydını olarak gerçek bir öncüydü.

Aynı şekilde Orhan Doğan, demokratik siyasetin, hukukun ve halk iradesinin sesi oldu. Onların savunduğu yol, halkın hak ettiği eşit ve özgür bir yaşam için, silahsız, çoğulcu ve özgürlükçü bir mücadeleydi. Bugün hâlâ bu isimlerin gölgesi, Apo’nun devasa ama içi boş silüetinden çok daha gerçek ve onurludur.

Sonuç: Kürt Halkı Kendi Gerçeğini Geri Almalıdır

Bugün Kürt halkı, yalnızca Türk devletinin baskısından değil, aynı zamanda PKK’nın içselleştirdiği otoriter yapıdan da kurtulmak zorundadır. Gerçek özgürlük, ne silahların gölgesinde, ne tek adamların nutuklarında yeşerir. Gerçek özgürlük, ancak halkın kendi kendini örgütlediği, eleştiriye açık, eşitlikçi bir toplumsal zeminde büyüyebilir.

Kürt halkı tekçi kurtarıcılardan, mitolojik lider figürlerinden ve otoriter yapılardan arındığı ölçüde, gerçekten özgürleşecektir.

Ve o gün geldiğinde, halk belki de Orhan Kotan’ın o büyük şiirini, kendi özgür ülkesinin marşı yapacaktır.

Orhan Kotan, silahsız Kürt siyasetinin, en sahici, en onurlu direnişçilerindendi. Ne bir dağa çıktı, ne bir silaha sarıldı. Ama sözün gücünü, şiirin isyanını asla küçümsemedi. Onun için mücadele; dizelerle, metinlerle, çığlıktan çok yankıyla olurdu. Cezaevlerinde çürümüş ama teslim olmamış bir zihnin ürünüdür onun kalemi. Kalemini kılıç yapmadı ama susturulmaya karşı hep dik tuttu.

Ve bir gün şu şiiriyle, bir halkın baş eğmeyen ruhunu sonsuzlaştırdı:

“Gururla Bakıyorum Dünyaya” – Orhan Kotan’dan Mısralar

çünkü isyan bıçağıdır böğrüme saplanan sancı
çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum
ve kederin
ve solgun yüzlü işçilerin üzerine
dağ başlarının hırçınlığı savruluyor benden.
çünkü beni ateşiyle dimdik tutan kin
çünkü benim gözbebeklerimde tutuşan şafak
miting afişleri
cesur pankartlar
ve binlerce militan
derin denizlerin aydınlığı
zorlu sabahlar
gökyüzü ve lale
sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata.

çünkü ben sevdiğim kızı
yaşamak gibi
halkım gibi sevdiğim kızı
/ki şiirini yazamayan
ve türküsünü söyleyemeyen halkım gibi
binlerce ve binlerce kurşunlanan halkım gibi
zincirlere vurulan
savaşlara yollanan
vergilere bağlanan halkım gibi
felç olmuş yalnızlıklara bırakarak
büyük acıların ve gözyaşının içine bırakarak
şiirlerimin bir bıçak gibi ışıldadığı
devrim türkülerini
ve başkaldırmayı öğreten dudaklarını
bir kere olsun öpemeden
bir kere olsun tutamadan kaygısızca
serin bir yaz gecesi gibi ürperen ellerini
hatta boynunu ve ayak bileklerini
bilemeden, bilemeden, bilemeden
vurdum yüreğimi şanlı kavgaya

barışın ve özgürlüğün dağlarına yürüyorum işte
/yiğitsen uslandır beni
ey yasakların
kahpeliğin
ve soygunların koruyucusu
türkü çağıran kızlarımı sustur
ve kahraman oğullarımı,
mezar kaza kaza kederli, kızgın
tohum serpe serpe hünerli
ve sömürüle sömürüle bomboş
ve açlığın
ve zulmün izlerini
derin uçurumlarında taşıyan ellerimi
nacaklara ve tırpanlara sarılan ellerimi
mavzerlere sarılan ellerimi
zincirlere vur gücün yeterse.

ama adına yaşamak dersen
ot gibi, saman gibi yaşamak dersen
bir solucan gibi yerlerde sürünerek
ezilerek
sömürülerek
re-zil-ce
çatlayan tomurcuğun
doğan çocuğun çığlığını duymadan
gül benizli sevgilinin
titreyen göğüslerini öpmeden doyasıya
korka korka
yana yana
her gün biraz daha derinden
her gün biraz daha kapkara duyarak ölümü
aç ve arkasız
köpekleşerek
yaşamak dersen
bu yürek
çat diye çatlasın ulan!

gelgelelim parlayan güneşi
emekçi halkların
kahraman halkların güneşini
şehvetle içine dolduran toprak
şimdi sımsıcak
şimdi ulaşılmaz
şimdi olgun meyvelerle dolu
bahar bahçelerini salmaktadır dünyaya
ve gül benizli sevgilinin dudaklarında hayat
bizi aşka ve kavgaya çağırmaktadır
bıçak kemiğe dayandığı
ok yaydan fırladığı için değil
bu bezirgan saltanatı
bu zulüm bitsin diye

ağaran günler için
yeni bir dünya uğruna
yüzlerinde cesaretin onuru
ve imanlı gücü dövüşen dünyanın
emperyalizme karşı dövüşen dünyanın
ve ölüme
gülerek koşan genç savaşçıların
al bayrakları dalgalansın
kinle boğuşan yorgun yüreği
aydınlansın diye anamın.
felaketler geçirmiş anamın
dişleri dökülmüş kederli ağzı
ağlamaya hazır gözleri
safrası
ve sonsuz
ve dağları eriten sabrı,
merhameti

yani bir bütün halinde insanlığımız
yunsun, arınsın diye duru pınarlarda
alın terinin namusu kurtulsun diye
kurtulsun diye sıcak somun
acı soğan
ve çiçekli basmalar
ahdettik
vefa ettik
kelle koyduk
ölen ölür dostlar
düşmanlar hey
kalan sağlar

Son Söz Yerine:

Bu yazı; bir ideolojik çöküşün, bir halkın suskun kahramanlarının, bir lider kültünün ve bir direniş şiirinin güncesidir. Kürt halkı, hem devlete hem kendine ayna tutacak cesareti gösterebilirse, ne Öcalan’a ne onun muktedirliğine mecbur kalır.


Bu yazılar ücretsiz ama emek istiyor. Bir kahveyle destek olabilirsiniz.