Kapitalizmin herkes için refah üretebileceği iddiası, yalnızca yüzeydeki başarı hikâyelerine bakılarak yapılmakta, sistemin temel çelişkileri göz ardı edilmektedir. ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkelerin yüksek yaşam standartları, sistemin “başarısı” olarak sunulurken; bu ülkelerin tarihsel ve güncel düzeyde başka toplumların kaynaklarına bağımlı oldukları gerçeği görmezden gelinir. Refahın küresel ölçekte yaygınlaştırılması, kapitalizmin eşitsizlik üreten doğası nedeniyle mümkün değildir. Bu durum, yalnızca ekonomik bir mesele değil; aynı zamanda sosyal adalet ve ekolojik sürdürülebilirlik açısından da bir krizdir.
Zenginlik, dünyanın küçük bir kesimi tarafından yoğun bir şekilde tüketilen kaynaklar üzerinden şekillenmektedir. Oxfam’ın 2023 raporuna göre, dünya nüfusunun en zengin %10’u, toplam sera gazı salımlarının yaklaşık %50’sinden sorumludur. Buna karşın, en yoksul %50’lik kesimin iklim krizine katkısı yalnızca %10 civarındadır. Yani en çok tüketenler, bu krizin en büyük failleridir; ancak en büyük bedeli yoksul halklar ödemektedir. İklim değişikliğinin neden olduğu kuraklık, seller ve gıda krizleri en çok Afrika, Güney Asya ve Latin Amerika gibi bölgeleri vurmakta; bu ülkeler, hem tarihsel sömürüyle hem de günümüz çevresel yıkımıyla çifte bir baskı altındadır.
Zengin %10’luk kesimin tüketim alışkanlıkları, sistemin ne derece sürdürülemez olduğunu ortaya koyar. Bu kesim, lüks araçlar, özel jetler, devasa konutlar ve sürekli artan teknoloji tüketimiyle yalnızca daha fazla kaynak tüketmekle kalmamakta; aynı zamanda bu tüketimi “normal” ve “arzu edilir” hale getirerek kitlesel tüketim kültürünü beslemektedir. Örneğin, 2022 yılında özel jet kullanımı Avrupa’da rekor seviyeye ulaşmış, bu araçlarla yapılan yolculukların karbon ayak izi, ticari uçaklara kıyasla kişi başına 5 ila 14 kat daha fazla olmuştur.
Ancak kapitalist sistem, bu tüketim modelini “başarı” göstergesi haline getirmiştir. Rekabet ve kar maksimizasyonu mantığı üzerine kurulu olan bu yapı, daha fazla üretim, daha fazla tüketim ve dolayısıyla daha fazla kâr amacı güder. Bu mantık, gezegenin sınırlı kaynaklarını hiçe saymakta; büyüme uğruna ekolojik sınırları aşmaktadır. İklim krizinin kendisi de, kapitalist sistemin doyumsuz büyüme mantığının bir sonucudur.
Bu çerçevede, Mirsaid Sultangaliyev’in 20. yüzyılın başında dile getirdiği tez daha da anlam kazanmaktadır. Sultangaliyev’e göre, sosyalist dönüşüm yalnızca Batı’nın sanayileşmiş merkezlerinde değil, esas olarak sömürgeleştirilmiş ve yoksullaştırılmış halklar arasında başlamalıdır. Zira Batı’nın sürdürülebilir olmayan refahı, doğrudan çevre ülkelerden aktarılan zenginliğe dayanır. 3. Dünya halkları, kendi üretimlerini ve kaynaklarını kendileri için kullanmaya başladığında, emperyalist merkezlerin “suni refahı” da sona erecektir. Bu, sadece adalet açısından değil, gezegenin hayatta kalabilmesi için de zorunludur.
Bugün Amazon ormanlarının tarım şirketleri tarafından yok edilmesi, Kongo’daki kobalt madenlerinde çocuk işçilerin çalıştırılması, Hindistan’daki tekstil atölyelerinde sefalet ücretleriyle üretim yapılması gibi örnekler, Batı’da satılan ucuz tüketim mallarının arka planını oluşturmaktadır. Bu yapı devam ettiği sürece ne küresel eşitlik sağlanabilir, ne de iklim felaketlerinin önüne geçilebilir.
Kapitalizmin dünya genelinde refah yaratabileceği yönündeki sav, hem ekonomik hem çevresel gerçeklikler karşısında çökmektedir. Refah, eğer 3. Dünya halklarının sırtına yüklenerek elde ediliyorsa, bu refah değil, sistematik yağmadır. Kapitalist büyüme modeli, artık yalnızca yoksulluğu değil, varoluşsal bir ekolojik krizi de üretmektedir.
Bu nedenle sosyalist perspektiften bakıldığında, yalnızca üretim araçlarının el değiştirmesi değil; aynı zamanda tüketim alışkanlıklarının da kolektif bir dönüşüme uğraması gerekmektedir. Sosyalizm, yalnızca adil paylaşımı değil, aynı zamanda doğayla uyumlu, insani bir yaşamı da vaat eder. 3. Dünya halklarının önderliğinde kurulacak adil bir dünya, yalnızca eşitliği değil, gezegenin geleceğini de güvence altına alabilir.