İltifat, Özdeğer ve Kimlik: Övünmenin Nesnesi Ne Olmalı?


İnsan sosyal bir varlık. Doğduğumuz andan itibaren, başka insanların bakışları, yorumları, onayları veya dışlamalarıyla kim olduğumuzu öğreniyoruz. Ayna gibi bir toplumun karşısına geçip kendi benliğimizi şekillendiriyoruz. Peki, bu aynaya baktığımızda ne görüyoruz? Görmemiz gereken gerçekten biz miyiz, yoksa bize ait olmayan ama bize yapıştırılmış etiketler mi?

 
Bugün birine "çok güzelsin" dediğimizde aslında neyi övüyoruz? Bu cümlede, kişinin kontrolü dışında gelişmiş bir fiziksel özelliği takdir ediyoruz. Ancak, aynı kişiye "çok güzel giyinmişsin" dediğimizde bambaşka bir şey yapıyoruz: Karşı tarafın seçimine, emeğine ve zevkine atıfta bulunuyoruz. İlk örnek, kişinin pasif bir taşıyıcısı olduğu bir özelliğe yönelirken; ikinci örnek, doğrudan onun katkısıyla oluşmuş bir eylemi yüceltiyor.
 
Bu ayrım, yalnızca günlük dilimize dair bir tercih değil; aynı zamanda kimliğimizin nasıl inşa edildiğini, özsaygımızı ne üzerine kurduğumuzu da belirliyor. Çünkü iltifatlar sadece kibar sözler değildir. Onlar, toplumsal olarak neye değer verildiğinin küçük ipuçlarıdır.
 

Toplumsal Övgü Pratikleri: Ne Övülür, Ne Göz Ardı Edilir?

Toplumlar tarih boyunca bazı özellikleri övgüye değer bulmuş, bazılarını ise görmezden gelmişlerdir. Genellikle fiziksel güzellik, soyluluk, milliyet gibi doğuştan gelen nitelikler uzun süre boyunca "takdir edilesi" sayılmıştır. Bu durum, insanları zamanla kendi benliklerini dışsal değerlere göre konumlandırmaya zorlamıştır. Oysa bir insan, kendi kontrolü dışında olan özellikleriyle tanımlanmaya çalışıldığında, o insanın emekle, iradeyle ve bilinçle kurduğu kimliği ikinci plana atılır.
 
Bireyin “özdeğeri” yani kendini değerli hissetme hali, doğrudan toplumsal geri bildirimlerle ilgilidir. Psikolog Carl Rogers’a göre bu değer hissi, dışarıdan gelen koşulsuz olumlu geri bildirimlerle desteklenmelidir; ama daha da önemlisi, kişinin kendi katkılarına dayanmalıdır. Eğer övgü, bireyin emeğiyle ilişkilendirilirse, bu hem özsaygıyı hem de sağlıklı bir benlik algısını besler.
 

Milliyet, Güzellik ve Diğer Şans Eseri Kimlikler

Milliyetçilik gibi ideolojiler, bireyin hiçbir katkı sunmadığı bir kimliği, sanki büyük bir meziyetmiş gibi sunar. “Türk olmakla gurur duyuyorum” cümlesi, kulağa duygusal bir bağ gibi gelse de, aslında kişinin kendisine ait olmayan bir özelliği sahiplenme çabasıdır. Benzer şekilde “çok güzelsin” övgüsü de kişinin sadece genetik piyangoda kazandığı bir sonuçtur. Bunlar, bireyi edilgen kılar. Oysa “çok güzel konuşuyorsun” ya da “ne kadar incelikli düşünmüşsün” gibi ifadeler, bireyin kendisini özne olarak var etmesini sağlar.
 
Benedict Anderson’ın “Hayali Cemaatler” teorisinde belirttiği gibi, ulus kimliği zaten çoğu zaman inşa edilmiş, hayali bir yapıdır. Dolayısıyla bireyin üzerine yapıştırılmış bu tür kimlikler, ona gerçek bir kimlik inşası sunmaz, yalnızca geçici bir aidiyet hissi yaratır. Bu yüzden, üzerinde hiçbir emeğimizin olmadığı bir özelliğe övgü almak bizi yalnızca “geçici olarak” değerli hissettirir; kalıcı ve içsel bir özdeğer inşası ise ancak bizim üretimimiz ve farkındalığımız ile mümkün olur.
 

Övgü Kültürünü Yeniden Düşünmek

Günlük hayatta kurduğumuz cümleler, toplumsal değer sistemlerinin küçük aynalarıdır. Birine yaptıklarından dolayı iltifat etmek, o kişiye “Sen varsın, çabalıyorsun ve katkı sunuyorsun” demektir. Bu, bireyin hem kendine duyduğu saygıyı hem de toplumla kurduğu ilişkiyi güçlendirir. Aksine, doğuştan gelen niteliklere yapılan övgüler, çoğu zaman kişiyi edilgen bir konuma iter ve dışarıdan gelen onay olmadan kendini eksik hissetmesine neden olur.
 
Övgü, sadece güzel bir söz değil; aynı zamanda bir yönlendirme biçimidir. Kime, neye ve neden iltifat ettiğimiz, aslında neye değer verdiğimizi gösterir. Bu yüzden “övgünün nesnesi” olarak emeği, üretimi, niyeti ve iradeyi seçmek; hem bireysel hem toplumsal ölçekte daha sağlıklı ilişkilerin temelini atar.

Övgüyle Kurulan İç Diyalog

Bir övgü duyduğumuzda, çoğu zaman bunu kibar bir jest gibi kabul eder geçeriz. Oysa bu küçük cümleler, içimizde fark etmeden birçok kapıyı aralayabilir. Birinin bize söylediği olumlu bir söz, bizim kendimize dair düşüncelerimizi ya pekiştirir ya da onlarla çelişir. İşte bu yüzden, bireyin aldığı övgüyü nasıl değerlendirdiği, en az övgünün kendisi kadar önemlidir.

Eğer bir kişi sürekli sadece fiziksel özellikleri ya da doğuştan sahip olduğu yönleriyle övülüyorsa, zamanla değerli olmayı bu değiştirilemez özelliklere bağlamaya başlayabilir. Bu da kendilik algısını dış etkenlere bağımlı hale getirir. Oysa kişi, övgü karşısında şunu sorabilir: “Bu söz benim katkım olan bir şeye mi işaret ediyor?” Eğer övgü, bireyin çabasına, emeğine ya da kararlarına dayanıyorsa, onu sahiplenmek hem daha sağlıklıdır hem de kişisel gelişimi destekler.

Bireyin burada dikkat etmesi gereken şey, övgüyü bir kimlik haline getirmemektir. “Zekisin”, “başarılısın” ya da “çok yeteneklisin” gibi sözler kulağa hoş gelir ama eğer bunlar birer beklentiye dönüşürse, insan kendini bu etiketleri haklı çıkarmak uğruna, hayatını harcayan birine dönüşürken bulabilir. Bu da özgürlük değil, baskı yaratır. Oysa övgü, yalnızca bir durumu işaret eden geçici bir değerlendirme olarak kalmalıdır; kişinin kendilik değerinin temel taşı değil.

Kısacası, övgüyle karşılaşmak bir durup düşünme fırsatıdır. Bu söz beni ne kadar yansıtıyor? Üzerimde etkisi olacaksa, bu etki bana iyi mi geliyor, yoksa beni sınırlıyor mu? Bu sorularla birey, kendi değerini dışarıdan gelen sözlere göre değil, kendi katkılarına ve iç sesiyle kurduğu ilişkiye göre belirlemeye başlayabilir.