Bir yerde, İstanbul’un parlak bir salonunda, dev LED ekranların önünde, pahalı kostümler içinde Bülent Ersoy oturuyor. Yıllardır televizyonun en bilinen yüzlerinden biri. Onun trans kimliği artık dekorun bir parçası: reyting getiriyor, şovun rengini artırıyor, sofralara yakışıyor. Kimliği, serveti ve statüsü tarafından cilalanmış, “alışılmış” ve sindirilmiş durumda. Alkışlar yükseliyor. Ekranda bir “cesaret hikâyesi” anlatılıyor.
Aynı saatlerde, başka bir yerde, Esenyurt’un ara sokaklarından birinde genç bir trans kadın, gecenin sonunda evine yürümeye çalışıyor. Üzerine yapışan bakışları sırtında hissediyor. Sesini, yürüyüşünü, bakışını ne kadar “gizlemeye” çalışsa da, bedeni onu ele veriyor. Birkaç durak sonra, bir küfür, bir tekme, bir yumruk…
Eğer ölürse, ertesi gün haberde adının başına tırnak işareti koyarlar:
“Trans birey, evinde ölü bulundu.”
Cümle kısa olur, sessizlik uzun.
Bu ülke böyle işliyor:
Bazılarının kimliği sahnede alkışlanıyor, bazılarınınki sokakta linç sebebi oluyor.
Aynı gökyüzünün altında, bambaşka hayatlar.
Bu metni bir trans kadın, trans erkek ya da non-binary biri olarak değil; Türkiye’de doğmuş, cis-heteroseksüel bir erkek olarak yazıyorum. Bu hikâyenin öznesi değilim. Bana kimse “Trans olduğum için işten atıldın” demedi; ev ararken telefonumu yüzüme kapatmadı; hastane koridorunda ismim fısıltılar il dolaşmadı.
Tam da bu yüzden, benden çoğu zaman “görmemem”, “duymamam”, “susmam” bekleniyor.
Cis-heteroseksüel bir erkek olarak, bu metnin yazarı olan ben, kendimi bu mücadelenin öznesi olarak değil, sorumlu bir tanık ve yan yana durmaya çalışan biri olarak görüyorum. Çünkü bugün Türkiye’de translar ve genel olarak LGBTİ+’lar için alınan kararlar, bir grubun “sevap–günah” tartışması değil; kimin yaşayıp kimin yaşamayacağına dair bir rejim inşası.[1]
Bu yazıda Kaos GL ve diğer insan hakları örgütlerinin raporlarına, feminist ve sosyalist literatüre ve gündemdeki 11. Yargı Paketi tartışmalarına yaslanarak; Türkiye’de trans olarak yaşamanın ne anlama geldiğini, trans görünürlüğünün neden bu kadar hedef hâline getirildiğini bu ülkenin özgül bağlamında toparlamaya çalışıyorum.[1][2][6]
Görünmezlikten fazlası: Türkiye’de trans olmak
Kâğıt üzerinde, Türkiye’de trans olmak suç değil. Ceza kanununda “trans olmak suçtur” diye bir madde yok. Ama hayatta, trans olmak çoğu zaman sanki başlı başına bir suçmuş gibi yaşanıyor.
Kaos GL’nin 2023 LGBTİ+’ların İnsan Hakları Raporu, hak ihlallerinin haritasını çıkardığında karşımıza sadece “sokaktaki nefret” değil, bizzat devlet kurumlarının ürettiği sistematik ayrımcılık çıkıyor.[1]
Barınma meselesi, bunun en çıplak görüldüğü yerlerden biri. Trans kadınların evleri “fuhuş” bahanesiyle mühürleniyor; apartman toplantılarında isimleri oylamaya açılıyor; ev sahipleri “komşular rahatsız olur” deyip kapıyı suratlarına kapatıyor.[1]
Bir ev mühürlendiğinde, aslında sadece bir daire kapatılmıyor:
Bir insanın kendini güvende hissettiği son yer de elinden alınıyor.
İş yaşamı da farklı değil. Özel sektör ve kamu alanında yapılan araştırmalar, açık kimlikli bir LGBTİ+ olmanın –hele ki görünür bir trans kimliğe sahipsen– çoğu yerde kariyer intiharı anlamına geldiğini gösteriyor.[1][6] İşe alınmıyorsun; alınıyorsan yükselmiyorsun; yükseliyorsan bir noktada “uygun görülmeyen davranış” bahanesiyle dışarı atılıyorsun. Geriye ne kalıyor? Güvencesiz işler, gündelik işçilik, kayıt dışı mesailer, yoğun biçimde de seks işçiliği. Yani şiddetin, polis baskısının ve cezalandırmanın en yoğun yaşandığı alanlar.[1]
Sağlık sistemi, bazen hayati olana bile erişimi pazarlık konusu ediyor. Cinsiyet uyum süreci, hormon tedavisi, psikiyatrik destek ve cerrahi müdahaleler; kâğıt üzerindeki prosedürlerin soğukluğundan çıkıp, gerçek hayatta doktor odasında atılan kahkahalara, yanlış isimle seslenmelere, “bence önce psikoloğa git” diye savsaklanmalara dönüşüyor.[1] Hastane koridorlarında başkalarının bakışını da taşımak zorundasın.
Bütün bu parçaları yan yana koyduğumuzda, ortaya soyut bir hak ihlalleri listesi değil, çok somut bir hayat çıkıyor:
- Yoksulluk sürekli kapıda.
 - Evsizlik ihtimali hep baki, elde bavul.
 - Şiddet her an köşede bekliyor.
 - Yalnızlık ise, bütün bunların üstüne çöken ağır bir sis gibi.
 
Bu tablo, “kişisel tercihler”le açıklanamaz. Bu, devletin, sermayenin ve patriyarkanın birlikte kurduğu cinsiyet rejiminin ürünüdür.[1][6]
Görünürlüğün bedeli: “Ben buradayım” demek niye tehlikeli?
Trans bir kişi için görünür olmak, aslında çok basit bir cümle kurmaktır:
“Ben buradayım.”
Ne eksik, ne fazla.
Bu, utanca, saklanmaya, yokmuş gibi yaşamaya zorlandığın bir dünyada, nefes alma hakkının ta kendisidir. Ama devlet ve ana akım medya açısından görünürlük bambaşka bir şey: Bir “tehdit”, bir “propaganda”, bir “sapkınlık gösterisi”.
Kaos GL’nin 2023 Medya İzleme Raporu’na göre, incelenen içeriklerin %69’unda LGBTİ+’lar ayrımcı bir dille temsil ediliyor, metinlerin %64’ünde doğrudan nefret söylemi yer alıyor.[3] Ekranı açtığınızda gördüğünüz şey, çoğu zaman bir transın hikâyesi değil; “sapkınlık”, “ahlaksızlık”, “bozulma” hikâyesi.
RTÜK, LGBTİ+ içeren yayınlara cezalar yağdırıyor; Basın İlan Kurumu, LGBTİ+ dostu ya da eleştirel medyanın ekonomik oksijenini kesmeye çalışıyor.[2][3] Bir dizide, bir filmde, bir haberde insanca temsil edilebilen her kimlik, adım adım kadrajdan sürülüyor.
Böylece trans görünürlüğü iki uç arasına sıkışıyor:
- Translar için: “Ben varım” diyebilmenin son kırıntısı.
 - Devlet için: Dosyaya iliştirilecek “genel ahlaka aykırı propaganda” delili.
 
Onur Yürüyüşleri’nin yıllardır yasaklanması, kampüslerdeki etkinliklerin sudan sebeplerle engellenmesi, polis şiddeti... Bunlar ne “güvenlik tedbiri”, ne “tedbir amaçlı yasaklama”. Bunlar, bir anlatıyı, bir hikâyeyi, bir varoluşu kamusal alandan tamamen silme teşebbüsü.[2][3]
Ekrandan sokağa: nefretin rotası
Dijital dünya, çoğu insan için gündelik hayattan kaçış yolu. LGBTİ+’lar içinse çoğu zaman şiddetin ilk durağı.
Kaos GL’nin “Bir Anda… LGBTİ+’lara Dijital Şiddet” araştırması, görüşmecilerin ezici çoğunluğunun dijital şiddete maruz kaldığını gösteriyor: hakaret, küfür, ifşa, tehdit, şantaj…[4] Bir tweet’in altına yazılan üç satır, birkaç gün sonra telefona gelen “Adresini biliyorum” mesajına, oradan da fiziksel saldırı girişimine dönüşebiliyor.
Nefret suçları raporu, bu nefretin sokaktaki izdüşümünü belgeliyor. 2023 raporunda bildirilen vakaların tamamı kentsel bölgelerde, mağdurların büyük çoğunluğu ise 18–30 yaş aralığında.[5] Bu vakaların çoğu hiç polise gitmiyor; gidenler ise çoğu zaman “basit kavga” muamelesi görüyor.[1][5]
Bir yandan da iş ve barınma alanındaki ayrımcılık; güvencesiz işlere, seks işçiliğine, “LGBTİ+’lara ev yok” diyen ev sahipleri arasında çaresiz ev arayışlarına dönüşüyor.[1][6]
Kimliğinle sınıf konumun birbirine dolanıyor; dar gelirli, güvencesiz, yalnızsan, hedef tahtasına daha kolay yerleştiriliyorsun.
Kapitalizm, kimlikleri sevdiği için değil, onları sömürebildiği sürece tolere ediyor. Yoksul trans için hayat savaş; “ünlü” trans için hayat reyting. Birine kamera, diğerine karanlık sokak düşüyor. Aynı ülkede, aynı anda.
11. Yargı Paketi: Kanun kılığında yok sayma teşebbüsü
Tam bu atmosferde, masaya 11. Yargı Paketi konuyor. Human Rights Watch, bu taslağı, “Türkiye’de LGBT kişilerin haklarını tehdit eden ve onları hapisle karşı karşıya bırakan” bir metin olarak nitelendiriyor.[7]
Taslak ne diyor? Özetle şunu:
- Türk Ceza Kanunu’nun “hayasızca hareketler” maddesine eklenecek bir fıkrayla,
 - “Doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunan ya da bulunmayı alenen teşvik eden, öven veya özendiren” kişilere 1–3 yıl arası hapis öngörülüyor.[7]
 - Aynı cinsiyetten kişiler arasında yapılan nişan ve evlilik törenlerine katılan herkes için de 4 yıla kadar hapis kapısı aralanıyor.[7]
 - Medeni Kanun’un 40. maddesindeki değişikliklerle, cinsiyet uyumuna yönelik sağlık hizmetlerinden yararlanmak için asgari yaş 18’den 25’e çıkarılıyor; kısırlaştırma şartı ağırlaştırılıyor; devlet onaylı hastanelerden alınan raporlar daha da zorlaştırılıyor.[7]
 - Bu sınırlar dışında transların geçiş sürecine destek veren hekimlere 7 yıla kadar, bu hizmetlerden yararlanan translara ise 3 yıla kadar hapis öngörülüyor.[7]
 
18 yaşında evlenebilen, askere gidebilen, ağır cezalık suçlarda tam sorumluluk taşıyan bir birey, kendi bedeniyle ilgili kararlar için “daha çocuk” ilan ediliyor ve 25 yaşına kadar beklemeye zorlanıyor. Bu bir hukuk tekniği tercihi değil; çıplak, ideolojik bir müdahaledir:
“Sen kim olduğunu bilemezsin, ben senin yerine bilirim.”
Hekimlere ve hastalara yönelen bu cezai tehdit, HRW’nin altını çizdiği gibi, transları tehlikeli, denetimsiz, merdiven altı yollar aramaya itecek.[7] Yani bu paket, transları korumuyor; tam tersine, ölüm riskini artırıyor. Kanun metni, kâğıt üzerinde “ahlakı koruyor”, gerçekte ise yaşam hakkının altını oyuyor.
Kısacası 11. Yargı Paketi, belirli “fiilleri” değil, kimliğin kendisini hedef alıyor. Trans olmayı, LGBTİ+ varoluşunu, bu varoluşun açıkça konuşulmasını, yazılmasını, gösterilmesini suçun kıyısına çekiyor.
Hoşgörü mü, ölüm siyaseti mi?
Türkiye’de LGBTİ+ karşıtı söylemin en güçlü kalkanı, “aileyi ve genel ahlâkı koruma” iddiası ve buna eşlik eden İslami referanslı bir dil. Miting kürsülerinde, televizyon ekranlarında, vaaz kürsülerinde sürekli aynı cümleler dönüyor:
- “Bizim dinimizde böyle şey yok.”
 - “Bu, fıtrata aykırı.”
 - “Toplumun ahlâkını bozan sapkınlıklar bunlar.”
 
Teolojik ayrıntılara girmekten özellikle kaçınıyorum, çünkü çoğu zaman bu tartışma, siyasetin zırhı olarak kullanılıyor. Ben başka bir şey soruyorum:
Kendini hoşgörüyle, merhametle, “yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevmekle” öven bir din, bir kültür, bir gelenek;
transları ve LGBTİ+’ları sistematik olarak yoksulluğa, dışlanmaya, şiddete ve intihara sürüklediği noktada, hangi hoşgörüden bahsedebilir?
Eğer gerçekten “yanlış yolda olduklarını” iddia ediyorsanız,
onları hakaretle, tekmeyle, işten atarak, evden atarak, tedaviden mahrum ederek “kazanamazsınız”.
Bu sadece ahlaken sorunlu değil, siyasal olarak da irrasyonel. Ortaya çıkan şey, bu insanları “doğru yola getirecek” bir rehberlik değil; yavaş işleyen, yasalarla süslenmiş bir ölüm siyaseti.
Burada mesele “İslam özünde hoşgörüdür / değildir” gibi özcü bir kavga değil. Mesele şu:
- Devlet, dini ve geleneği sınıf, cinsiyet ve cinsellik ekseninde bir disiplin ve ceza mekanizmasına dönüştürüyor.[1][2]
 - “Genel ahlak” denen muğlak norm, sermaye düzeniyle uyumu bozabilecek her bedeni, her arzuyu, her ilişki biçimini dışlama yetkisi alıyor.
 
Ve translar, LGBTİ+’lar bu dışlamanın en ön saflarında.
Sosyalist bir yerden bakmak: Kimlik ve sınıf aynı masada
Sosyalist literatür uzun süredir şunu söylüyor:
Çekirdek aile, ikili cinsiyet rejimi ve heteronormativite, kapitalist toplumun ücretli emeği ve ücretsiz bakım emeğini düzenleyen temel iskeleti oluşturuyor. Bu iskeletin dışına taşan herkes –kadınlar, LGBTİ+’lar, işsiz gençler, yoksullar– feda edilebilir nüfus olarak görülüyor.[6]
Türkiye’de translar ve LGBTİ+’lar:
- Çalışma yaşamında güvencesizliğin ve işsizliğin en sert yüzüyle karşılaşıyor,[1][6]
 - Barınma, sağlık, adalet alanlarında en kırılgan gruplardan biri hâline geliyor,[1][5]
 - Medya ve siyaset dilinde “sapık”, “düşman ideoloji”, “ailenin karşıtı proje” diye damgalanarak, otoriter rejimin kolay hedef gösterdiği figürlere dönüşüyor.[2][3][7]
 
Bu yüzden LGBTİ+ mücadelesini, emek mücadelesinden, feminist mücadeleden, öğrencilerin, işsizlerin, göçmenlerin hak arayışından ayrı düşünemeyiz. 11. Yargı Paketi gibi düzenlemeler yalnızca LGBTİ+’ları değil; ifade özgürlüğünü, sanatı, akademiyi, hekimliği, örgütlenme hakkını hedef alıyor.[7]
Kapitalizm, farklılıkları gerçekten sevmez; onları satar. Ezilenleri gerçekten yaşatmaz; onlara yalnızca “bir gün sen de yükselebilirsin” masalını anlatır. Ama o merdiven, en çok da translar ve LGBTİ+’lar için kaygandır:
Çıktıkça yükselmezsin; düştüğünde daha sert çakılırsın.
Benim yerim, benim sorumluluğum
Ben bu metni, cis-heteroseksüel bir erkek olarak yazıyorum. Bu hikâyenin mağduru değilim; bu düzenin görece rahat eden tarafındayım. Tam da bu yüzden, suskunluğumun da politik olduğunu biliyorum.
Cis-heteroseksüel bir erkek olarak, bu metnin yazarı olan ben, kendimi bu mücadelenin öznesi olarak değil, bu mücadelenin öznesi olan transların ve LGBTİ+’ların yanında durmaya çalışan bir tanık olarak konumlandırıyorum. Elimden gelenler şunlar:
- Kaos GL, Pembe Hayat gibi örgütlerin yayımladığı raporları okuyup paylaşmak,[1][3][4][5]
 - Nefret söylemini normalleştiren, “hoşgörü” diyerek ölüm siyaseti üreten dile itiraz etmek,[2][3]
 - Ailede, işyerinde, okulda, klinikte, sendikada; hayatın geçtiği her yerde “genel ahlak” adına yürütülen dışlamaya karşı somut dayanışma pratikleri üretmeye çalışmak.
 
Çünkü mesele, “transları sevip sevmemek” değil.
Mesele, yaşasınlar mı, yaşamasınlar mı sorusuna; insan olduğunu iddia eden bir toplum olarak ne cevap vereceğimiz.
Ve ben, bu karanlığın içinden bir gün, transların sessizce ölmediği, adlarınının sadece cinayet haberlerinde anılmadığı, kimliklerinin savunma değil sadece bir bilgi olduğu bir ülkenin doğabileceğine inanmak istiyorum.
Bunun adı sosyalizm olabilir, belki başka bir şey olabilir; ama bildiğim tek şey şu:
O ülke, ya hep birlikte kurulacak, ya hiç kurulmayacak.
Kaynakça
[4] Kaos GL, Bir Anda… LGBTİ+’lara Dijital Şiddet Araştırması ve ilgili e-kütüphane kaydı (2023).
[5] Kaos GL, 2023 Yılında İşlenmiş Homofobi ve Transfobi Temelli Nefret Suçları Raporu (Temmuz 2024).
Bu yazılar ücretsiz ama emek istiyor. Bir kahveyle destek olabilirsiniz.
