Dünya… Taşlaşmış bir girdap, içinde dönen milyonlarca hayatın çığlığını susturmuş bir boşluk. Gökyüzü kirlenmiş bir tül gibi, ışığı süzerken bile kirli akıyor; yollar kesik, sözler yarım, umutlar yamalı. İnsan, bu berbat ve uyumsuz dünyanın ortasında, bir yabancı gibi dolaşır. Bu dünya, onun için yapılmamış gibidir: sanki bir tanrı yanlış bir notayı sonsuza kadar çaldırmıştır.
Beni bu dünyaya çağıran bir ses olmadı. Ben doğdum, ad verildim, bir sıraya dizildim. O günden beri de taşıdığım yük benim seçimim olmadı. Sırtımdaki kaya, Sisifos’un kayası gibi; her gün yeniden itiyorum, her gün yeniden düşüyor. Her düşüş, içimde biraz daha yankı, biraz daha boşluk bırakıyor. Kayanın yuvarlanışıyla birlikte ben de yuvarlanıyorum. Dünya, benim için bir oyun alanı değil, bir sınav salonu gibi. Ve soruların cevabı hep eksik.
Böylesi bir yerde intihar fikri, ölümün kendisinden çok bir “karar” olarak belirir. Camus’nün absürd dediği şey, burada bir karabasandır: anlam arayan insanla anlam vermeyen dünya arasındaki uçurum. Bu uçurumun kenarında, tek gerçek özgürlüğün kendi sonunu seçmek olduğunu hisseder insan. David Hume’un sesi kulağımda çınlar: “Hayat bize dayanılmaz bir yük haline gelmişse, onu bırakmak doğaldır.” İşte bu “doğallık”, bu berbat düzen karşısında, insanın kendi hakkını kendi eline almasıdır.
Bu karar, bir kaçış değil, bir onaydır: Dünyanın insan için uyumsuzluğunu nihai bir jestle mühürlemek. Dünyanın anlamsızlığına karşı insanın attığı en son imza. Bu yüzden intihar, böyle bir durumda, bir zayıflık değil, bir “kararlılık” gibi görünür. Kendini terk etmek değil, bu dünyayı reddetmek gibi. Belki de bu, doğmayı seçememiş insanın son intikamıdır: Kendi gidişini seçmek.
Ama yine de bu kararın içinde bir trajedi gizlidir. Çünkü bu jest, dünyayı değiştirmez; dünya aynı kalır, sadece insan eksilir. Absürd, sahnede bir oyuncu daha kaybeder, oyun sürer. Camus tam burada seslenir: “Asıl isyan, absürde rağmen yaşamaktır.” Hume ise yanıt verir: “Ama bu isyan, acıya mahkûm olmamalı; çıkış kapısı her zaman açıktır.” İki ses birbirine karışır: biri kal, biri git der. İnsanın kalbinde iki yankı çarpışır.
Ve belki de asalet, kararın kendisinde değil, kararın eşiğinde gizlidir. O eşiğe kadar gelmiş insanın bakışında, o bakışın derinliğinde. Çünkü o anda insan, kaderin zincirlerini ve Tanrı’nın sessizliğini aynı anda görür. Doğmayı seçememiştir ama gitmeyi seçebilir; işte orada özgürlüğün en çıplak hali belirir.
Dünya berbat ve uyumsuzdur; insanın ona uyması bir zorunluluk değildir. İntihar bu yüzden, absürd karşısında insanın atabileceği en sert, en dramatik ve belki de en “asil” imzadır. Bu imza, hem dünyanın saçmalığına hem de insanın özgürlüğüne dair bir beyanattır. Ama bu imzanın mürekkebi, insanın kendi kanıdır; işte onu dramatik kılan da budur.
Ve tüm bu sözlerin sonunda, geriye tek bir soru kalır: Bu imzayı atmak mı daha asil, yoksa imzayı bekletip absürde rağmen bir nefes daha almak mı? Cevap hâlâ her birimizin kendi yüreğinde, kendi gecesinde saklıdır.
Bu yazılar ücretsiz ama emek istiyor. Bir kahveyle destek olabilirsiniz.