Odanın duvarları solgun. Perdeden sızan ışık, ölmekten vazgeçmiş bir sabah gibi odaya düşüyor. Her şey yerli yerinde, sadece ben yerimde değilim. Sanki bedenim buradayken, içimdeki biri çoktan başka bir yere gitmiş gibi.
Zaman yürümüyor artık, sürünüyor. Saatin tik takları kalbimin değil, boşluğun ritmini tutuyor. Her saniye biraz daha uzaklaştırıyor beni kendimden. Kahve ılık ama tadı yok. Aynaya bakıyorum, yüzüm bana ait gibi değil. Sanki bir başkasının yüzüyle yaşamaya mecbur kalmışım.
Bir zamanlar içimde bir kıpırtı vardı. Ufuk çizgisinde beliren bir ışık, belki de gençliğin kendisiydi o. Şimdi rüzgâr bile esmiyor içimde. Rüyalar bile beni geri çeviriyor. Uyku artık bir sığınak değil, bir bekleme odası. Düşsüz, sessiz, renksiz. Sadece günü kısaltıyor, zamanı öldürüyor, beni biraz daha eksiltiyor.
Dışarıda hayat devam ediyor. Birileri gülüyor, bir çocuk koşuyor, bir köpek kuyruğunu kovalıyor. Dünya, benden habersizce dönmeye karar vermiş gibi. Oysa ben, bir pencerenin ardında, kendi sessizliğimin yankısını dinliyorum.
Artık hiçbir şeyin anlamı kalmadı. Ne umut, ne korku, ne de bir isteğin sıcaklığı. Sadece içimde ağır bir “olsun” var. Her şeyin bittiği ama hiçbir şeyin değişmediği o hâl.
Bazen gözlerimi kapatıyorum, unutmak için değil, unutmamanın acısını dindirmek için. Uykudan medet umuyorum, çünkü uykuda zaman yok. Zamanın olmaması, varlığın yükünü hafifletiyor. Ama uyku bile beni iyileştirmiyor artık. Sadece günü biraz kısaltıyor, geceyi biraz yaklaştırıyor.
Ve ben, her sabah yeniden uyanıyorum ama gerçekten hiç uyanmıyorum. Gözlerimi açıyorum, nefes alıyorum, hareket ediyorum. Fakat yaşamakla yaşanıyor görünmek arasındaki farkı her gün biraz daha öğreniyorum.
Bu yazılar ücretsiz ama emek istiyor. Bir kahveyle destek olabilirsiniz.