Anlamsızlığın Kıyısında: Yaşamak ve Absürdle Yüzleşmek


İnsanın dünyaya dair en eski sorularından biri, belki de en ilkel olanı, aynı zamanda en yakıcı olanıdır: “Neden yaşıyoruz?” Bu soru, ne kadar felsefi dursa da aslında varlığımızın merkezindedir. Sofrada tek başına yenen bir yemekten sonra, kalabalık içinde hissedilen yalnızlıkta, hastane koridorlarında ya da bir günün sonunda aynaya bakarken ortaya çıkar. İnsan, varlığına anlam arar. Ama dünya bu soruya cevap vermez. Albert Camus, işte bu sessizlikte doğan boşluğu "absürd" olarak tanımlar.

Absürd, insan ile dünya arasındaki çelişkinin adıdır. İnsan bir anlam arayışıdır; evren ise kayıtsız, suskun ve yabancıdır. Bu karşılaşma bir yıkım değil, bir aydınlanmadır. Çünkü bu andan sonra artık insan, aradığı nihai anlamın, ilahi bir planın ya da sonsuz bir kurtuluşun peşinden koşamayacağını fark eder. Bu, hem bir düşüş hem bir uyanıştır.

Camus için absürd, bir felsefi problem olmanın ötesinde varoluşsal bir durumdur. İnsan, anlam bulamayınca ne yapmalıdır? İntihar mı? Teslimiyet mi? Yoksa umutsuz ama bilinçli bir başkaldırı mı? Camus üçüncü yolu önerir: “Absürdü kabul ederek yaşamaya devam etmek.” Çünkü absürdü yenmek mümkün değildir. Onu kabul etmek de teslim olmak anlamına gelmez. Tam tersine, onu inkâr etmeden yaşamaya devam etmek, insanın kendi varoluşunu sahiplenmesidir.

Yaşamın anlamı yoksa, bu onu değersiz mi kılar? Camus burada keskin bir dönüş yapar: Anlamın olmaması, yaşamı değersiz değil, daha özgür kılar. Artık insan bir inanca, bir dogmaya ya da bir ütopyaya sığınmadan kendi hayatının anlamını yaratabilir. Anlam artık dışarıdan gelen bir lütuf değil, içeriden doğan bir eylemdir.

Bu noktada Sisifos miti devreye girer. Tanrılar tarafından sonsuz bir cezaya mahkûm edilen Sisifos, her defasında kayanın tekrar yuvarlanacağını bilerek onu dağın tepesine iter. Bu eylem, görünüşte saçma ve boştur. Ama Camus burada bir paradoks yaratır: Eğer Sisifos bu eylemi bilerek, farkında olarak sürdürüyorsa, artık onun trajedisi değil özgürlüğüdür. Çünkü o farkındadır; absürdü kabul etmiştir. Kayanın tekrar düşeceğini bilerek yaşamak, ama yine de taşımaya devam etmek: işte gerçek başkaldırı budur.

Camus’ya göre bu bilinçli başkaldırı, bir umutsuzluğa değil, yaşama sevincine açılır. Çünkü artık insan, hayatın dışında bir anlam aramayı bırakır. Hayatın kendisiyle yüzleşir. Ve onu olduğu gibi, çıplak haliyle, anlamdan yoksun haliyle kabul eder. Bu kabul, pasif bir kabullenme değil, aktif bir eylemdir. Her sabah kayanı omuzlamaktır.

Yaşamın anlamı yoksa, onu yaratmak bize düşer. Camus’nun Sisifos’u, tanrıların değil, kendi bilincinin hükmü altındadır. Onun mutluluğu, kaderini bilmesinde ve ona rağmen varoluşunu sürdürmesindedir. Biz de kendi kayalarımızı taşırken belki Sisifos gibi bir dağın yamacındayız. Ama fark şu ki, artık taşıdığımız şeyin ne olduğunu biliyoruz. Ve o kayayı her gün yeniden omuzlarken kendi özgürlüğümüzü inşa ediyoruz.

Absürdle yaşamak, anlamın yokluğunda bile yaşamayı seçmektir. Çünkü belki de hayatın anlamı, onu anlamaya çalışmaktan vazgeçip yaşamaya başlamaktır.