Kelimelerin Ulaşamadığı Yer


İnsanlık tarihini, devasa bir nehir gibi düşünün. Bu nehir, sayısız hikâye, bilgi, inanç ve tecrübeyi çağlar boyunca taşıyor. Her kuşak, bu nehirden bir yudum içiyor, öğrendiklerini kelimelere döküyor ve sonraki kuşağa aktarıyor.

Ve işte bu aktarımın en büyük aracı, en parlak icadımız: dil.

Dil, hayvanların iletişiminden farklı olarak yalnızca “şimdi” ile sınırlı değil.
Bilim insanlarının displacement dediği bir yeteneğe sahibiz — yani, yer ve zaman sınırlarını aşabilme. Geçmişte yaşanmış bir olayı anlatabilir, gelecekte olabilecek bir durumu tasvir edebilir, hiç görmediğimiz bir diyara dair hikâyeler kurabiliriz. Bu, bal arısının veya yunusun yapamadığı bir şeydir.

Oysa hayvanlarda iletişim, neredeyse daima “şu an”a zincirlenmiştir. Bal arıları bu konuda özel bir örnektir: Nektarın yerini ve uzaklığını dans ederek anlatabilirler. Hatta tehlike sinyalleri bile iletebilirler. Ama bilgiyi alan arı, bunu başka bir arıya yeniden aktaramaz. İletişim, deneyimi yaşamış bireyde başlar ve biter. Zincir orada kırılır.

İnsan dili bu zinciri uzatır.
Bir yolcunun gördüğü kıyı, başka birine kelimelerle aktarılır, o kişi de bir başkasına… Böylece hikâyeler yüzyıllar boyunca dolaşır. Yazı, bu zinciri neredeyse sonsuz kılar. Binlerce yıl önce yaşamış insanların düşünceleri hâlâ kitap sayfalarında bizimle konuşur.

Ama işte burada, dilin görkemli gövdesinde bir çatlak belirir.
Dil, tecrübeyi taşıyabilir, fakat onu yaşatamaz.

Kelimelerin Yetmediği Anlar

Bir anne, çocuğuna “Sobaya dokunma, elini yakarsın” der.
Bu cümle, geçmişte yaşanmış acının yoğunluğunu, gelecekteki bir tehlikeyi önlemek için kelimelere dönüştürür. Fakat çocuk için “yanmak” kelimesi hâlâ soyut bir işarettir. O kelimenin içinde sıcak metalin deriyi kavuran acısı, kasların ani geri çekilişi, yanık kokusu yoktur.

Çocuk sobaya dokunduğu an, kelime birdenbire ete kemiğe bürünür. Artık “yanmak” sadece duyduğu bir uyarı değil, bedeninde saklı bir hafızadır.
İşte dilin sınırı budur: Sözcükler, bilginin kabuğudur; içindeki özü ise yalnızca deneyim doldurur.

Bilişsel bilim bunu iki farklı hafıza türüyle açıklar:

  • Sözel hafıza, anlatılan hikâyeleri, tarifleri depolar.

  • Duyusal ve duygusal hafıza, acıyı, kokuyu, dokuyu saklar.

Dil, ilkine erişir. Deneyim, ikisini birden besler. Bu yüzden yalnızca dinleyerek öğrenilen bilgi, davranışlarımızı kökten değiştirmekte çoğu zaman zayıf kalır.

Amerika’yı Yeniden Keşfetmek

Bu durum, halk arasında “Amerika’yı yeniden keşfetmek” deyimiyle anlatılır.
Bir coğrafyanın varlığını haritadan bilmek başka şeydir, o toprağa basmak bambaşka. Amerika’nın var olduğunu duymak, haritasını ezberlemek… Bunlar sana yerini öğretir ama oranın rüzgârını, nemini, gökyüzünü bilmeni sağlayamaz.

Tarih boyunca insanlık, sayısız kez kendi Amerikalarını yeniden keşfetti.
Savaşların yıkıcı sonuçları kitaplarda yazılıydı, ama yeni kuşaklar o felaketi bizzat yaşadığında anlam kazandı. Ekonomik krizlerin hikâyeleri anlatıldı, ama o dönemin açlığı ve çaresizliği, yalnızca yaşayanların hafızasına kazındı. Felaketler, dersler, uyarılar… Hepsi kelimelerle taşındı; yine de unutuldu. Çünkü tecrübe, nesiller boyu aktarılabilir ama ancak yeniden yaşanarak içselleştirilir.

Evrimsel Bir Miras

Bunun kökeni, milyonlarca yıl geriye gider.
Atalarımız, risk alarak ve deneyerek öğrendiler. Yenilebilir meyveyi, güvenli suyu, avlanacak hayvanı tanımak için denemek zorundaydılar. Yanlış seçim bazen ölüm demekti, ama öğrenmenin başka yolu yoktu. Merak, hayatta kalmanın motoruydu.

Bugün hâlâ, bir yasakla karşılaştığımızda içimizdeki ilkel dürtü fısıldar: “Peki ya denersek?” Psikolojide bu duruma reactance denir: Özgürlüğün kısıtlandığını hisseden insan, tam da yasaklanan şeyi yapma isteği duyar.

Yani çocuk, sobaya dokunmaması gerektiğini duyar; ama dokunmak, hem merakını hem de evrimsel mirasını tatmin eder. Ve o anda, bilgi nihayet tecrübeye dönüşür.

Kültürün Paradoksu

İnsanlık, dili sayesinde kültür inşa etti. Kültür, bir nesilden diğerine bilgi taşır. Ama burada bir paradoks vardır: Bilgi taşınır, fakat anlam çoğu zaman taşınmaz.

Bu yüzden tarih, tekrarlayan hataların kaydıdır. Her nesil, kendinden öncekinin bıraktığı dersleri dinler; sonra aynı yanlışları kendi elleriyle yeniden yapar. Bu, bir kusur değil; türümüzün öğrenme biçiminin yan etkisidir.

Dil, bize pusula verir; ama yolu yürümek yine bize düşer.

Yanında Durmak

Eğer tecrübe kaçınılmazsa, en akıllıca olan, başkasının hatasını engellemeye çalışmak değil, o hatanın içinde yanında durmaktır. Kişi düşerken, düşüşünü yavaşlatmak, hasarını azaltmaktır. Çünkü hayatın en kalıcı dersleri, başkasının anlattıklarından değil, kendi yaşadığımız anlardan doğar.

Son Söz: Dilin İhtişamlı Eksikliği

Dil, insanın en görkemli icadıdır.
Bizi geçmişin yankılarıyla, geleceğin hayalleriyle ve hiç görmediğimiz yerlerin hikâyeleriyle buluşturur. Ama dilin içinde, hep bir eksiklik vardır: Ateşi tarif edebilir, ama sıcaklığını hissettiremez.

Ve belki de insanlık, bu eksiklik sayesinde ilerler. Çünkü kelimelerle yolu öğreniriz; ama anlamak için yine de o yolu yürümek zorundayız. Her nesil, öncekinin bıraktığı haritalara bakar… ve sonra, kendi Amerika’sını yeniden keşfetmeye çıkar.

Bu yazılar ücretsiz ama emek istiyor. Bir kahveyle destek olabilirsiniz.