Ülkemiz kıtaların birleştiği, yer üstü ve yer altı kaynakları bakımından zengin bir coğrafyada, derin tarihsel kökleri olan bir topluma ve dinamik iş gücüne sahiptir. Ancak ülkemizin bugünkü endüstri ilişkileri yapısı daha çok cumhuriyet döneminin eseridir. 1923 yılında başlayan modernleşme hamleleri köken olarak 1876'da başlayan ve hatta Tanzimat dönemine değin uzatılabilecek bir sürecin ürünüdür. Avrupa'da XIX. yüzyıl boyunca etkisini gösteren teknik ilerlemeler ve sanayileşme, 1923 yılına kadar ülkemizde çok az yer bulabilmiştir. 1923 ile birlikte modernleşmeye ilişkin bakış açısı, tasfiye edilen Osmanlı aristokrasisinin ve onun üzerinde durduğu feodal yapıların yerine, henüz yeterince palazlanamamış bir yüksek burjuvazinin ve artık hakim konuma gelen orta ve küçük burjuvazinin önünü açacak bir devlet anlayışının oluşturulmasına dayalıydı. Bu kapsamda, 1925 yılında gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi, yeni devletin başlangıçta yabancı sermayeye kucak açan ve liberal bir anlayışa sarılan ilk eğilimlerini göstermekteydi. Ancak söz konusu dönem, kapitalizmin genel bunalımının hissedildiği ve 1929 Büyük Ekonomik Buhran'ın yaşandığı, serbest sermaye hareketlerinin gücünü yitirdiği, bu nedenle de devletlerin kapitalist üretim sisteminin devamlılığını sağlamak için halkın parasıyla devlet kapitalizmini uyguladığı yeni bir ara dönemin başlaması sonucu kısa sürecekti. Yani Keynesyen tedbirleri görmek için akademik çalışmaları beklemeye gerek yoktu ve pek çok devlet gibi Türkiye de kapitalizmin gelişip palazlanabilmesi için, yürüyecek takati olmayan sermayedarların elinden tutan sanayileşme politikalarına girişti. Bizim ülkemizin batılı ülkelerden farkı, onlar gibi koltuk değnekleriyle kurtarılmayı bekleyen yaşlı sermaye çevrelerinin yerine, henüz yürümeyi öğrenmeye çalışan bebek sermayedarlara sahip olmasıydı. Keynesyen tedbirler 30'lu yıllarda etkisini göstermeye başladı ve bu etki yetmişli yılların sonuna değin hem ülkemizde, hem de dünyada devam etti.


Bu süreçte büyümeyi finanse edecek güç olan sermaye birikimi en büyük sorun oldu. Batı gelişmiş tekelci kapital sahiplerinin hem teknolojik hem de finansal olanaklarına, yetişmiş insan gücüne ve teknik birikime sahip olduğu belirtilmektedir. Biz ise ülkemize özgü asyatik feodalizmin üst yapısal unsurlarından olan tarikat, cemaat, ulema hakimiyeti toplumun her alanda iliklerine kadar işlemiş olduğu için teknik birikim ve modern iş alışkanlıklarını geliştirebilme açısından yetersiz kaldık. Matbaayı tanımak için 18. yüzyılı, buharlı sistemleri tanımak için 19. yüzyılın ikinci yarısını, elektrikli aydınlatma ve telefonu tanımak için 20. yüzyılı beklememiz gerekti. Daha da kötüsü, bu yenilikleri kendi iç dinamiklerimizle edinemedik ve toplumun yetişmiş insan gücünün bu pozitif dışsallıkları hazmetip öğrenebilmesi için bile oldukça geç kaldık. 1908'de başlayıp kesintiye uğrayan ve 1919'da yeniden hız kazanan Türkiye burjuva sosyal devriminin özellikle toplumsal modernleşme adına başlattığı cebrî yürüyüşlerin temel kaygısı da bu nedenle yeni ve modern bir toplum yaratmak olarak karşımıza çıkar oldu.


Devlet başlangıçta harf inkılabı gibi yeniliklerle bu geriliği dengelemeye çalıştı. Ancak Osmanlı'dan mirası devralan ve henüz çok genç olan sermaye çevrelerimiz, batıdaki gibi teknik birikime katkı koyamadılar ve geleneksel iş alışkanlıklarının ötesine geçemediler. Yabancı sermayenin mecalinin kalmadığı bir ortamda, prematüre durumdaki burjuvazimizin gelişip palazlanabilmesi için, burjuvazinin hizmetindeki devlet, yüksek sermaye birikimi isteyen temel endüstrileri ve donatım sanayisini emekçi halktan topladığı vergilerle güç bela kurabildi. Ülkenin çeşitli yerlerinde rafineriler, şeker fabrikaları, demir çelik tesisleri kuruldu. Sermaye sahiplerinin bunlara bağlı yan endüstrileri ve tüketim sanayisini geliştirerek, bu yeni yapıya eklemlenerek büyümesi beklendi. Ancak kısa bir süre sonra ikinci emperyalist paylaşım savaşı patlak verdi. Savaş sonrasında ülkemiz ABD'nin başını çektiği küresel emperyalist sömürü düzenine giderek daha bağımlı hale geldi. Bu, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelere hammadde satan ve onlardan yeni yatırımlar yapabilmek için üretim araçlarını satın almak zorunda olan tüm geri kapitalist ülkelerde olduğu gibi, kaynak bulma sorununu derinleştirdi. Çarkın dönmesini isteyen ABD, savaşa giren ülkelerle birlikte bize de sözde ekonomik yardımlarda bulundu. Türkiye, bu yardımları başlangıçta Amerikalı iş çevrelerinin istediği gibi kimsenin araba sahibi olmadığı yurdumuzda büyük yol inşaatı ve alt yapı çalışmalarına ayırdı. Zaman içerisinde devletin rant yaratıcı rolü de derinleşti, ancak toprak sahipleri ranttan daha çok yararlandığı halde, batılı iş çevreleriyle ortaklıkları bulunan sanayi burjuvazisi bundan istediği payı alamadı. Sonunda 27 Mayıs 1960 hükümet darbesi yaşandı ve sanayi burjuvazisi devletçilik ilkesinin yanında, kendisini geliştirmek için ithal ikameci kalkınma politikasını da yasal mevzuatın içine koydurarak gelişimine giden pek çok yolu açtı. Ancak temel sorun kendi ürettiği malların dışarıdan gelmesine izin vermeyen burjuvazi, üretmediği malları bize ithal eden yurt dışındaki tekellerin de küçük ortakları konumundaydılar. Bu nedenle, 60 darbesiyle kendisine inanılmaz bir zenginleşme kulvarı açan Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi aileler, yerli otomobiller, buzdolapları, çamaşır makineleri üretimi yaparken, bunların içindeki motorları ve elektronik aksamları da üretmek adına yeni yatırımlar yapmak yerine, yurt dışındaki firmalardan almaya devam ettiler. Örneğin ülkemizde makina mühendisleri kendi yerli otomobil motorlarımızı tasarlayabilecek eğitimi almış olduğu halde, Anadol gibi yerli tasarım otomobillerimizin içinde Kent motor gibi yabancı parçalar kullanılmaya devam etti. Diğer yandan giderek zenginleştiği halde yerli sermaye çevrelerimiz kendi tekstil fabrikalarını, beyaz eşya fabrikalarını vb. açtıkları halde bu fabrikalarda kullanılan üretim makinelerini imal etmek için yatırım yapmadılar. Devlet petrokimya ve rafineri tesisleri yaptığında buradan gelen ürünleri kullanan yan sanayiler geliştirdiler belki ama büyük para isteyen sektörlere asla girmedikleri gibi, teknoloji geliştirip üretim sürecine eklemlemek gibi bir çabaya da asla yanaşmadılar. Sonuç olarak ülkenin büyümesi için gereken sanayi yatırımlarında kullanılan üretim araçlarını üretemediğimiz için, ülkemizin dış ödemeler dengesi açık vermeye devam etti ve böylece giderek daha borçlu ve bağımlı bir ülke olduk.


Bu kısır döngüden çıkabilmenin tek yolu, ülkemizin gelişmesinin önünde engel oluşturan bu sermaye çevrelerinin iktidarına son vermekti. Bu kapsamda, işçi ve emekçi halkımız sendikal mücadele ve ulusal-demokratik ilerici bir cephe oluşturarak politik iktidarı değiştirmeye çalıştı. Ancak hakim sınıfsal unsur olan burjuvazi yine askeri darbe kartını oynadı ve seksenli yıllara gelindiğinde önündeki tüm engelleri kaldırdı.


12 Eylül 1980 darbesi, yasal sistem çerçevesinde yürürlüğe konulması güç olan neoliberal politikaların önünü açmak için burjuvazi tarafından tertiplendi. Sendikal hak ve özgürlükler giderek törpülendi, emeğin ucuz ve esnek kullanımının önü açıldı, emekçi halkın ödediği vergilerle oluşturulan bütçelerden sermayedarlara ihaleler, sübvansiyonlar, ihracat destekleri akıtıldı. Ancak yine de sermaye çevreleri ar-ge'ye, teknoloji geliştirmeye, uluslararası pazarda avantaj kazanmaya yönelik inovasyon yatırımlarına yanaşmadı. Diğer yandan ihracattan elde edilen gelir bütünüyle yeni üretken yatırımlara aktarılmak yerine, sadece mevcut yatırımlarda kapasite kullanımını arttıracak şekilde kullanıldı. Devlet de bu anlayışı destekledi ve sonuç olarak döviz getirisi sağlayan yatırımlar çoğunlukla yurt dışı inşaat projeleri ve turizm işletmeciliğinin ötesine geçemedi. Tekstil ve otomotiv üretimi de gelişti ama bu alanlarda kullanılan üretim makineleri yurt dışından ithal edilmeye devam etti. Yani ihracat hacmi arttı ancak bu ithal girdilerde artışı beraberinde getirdi. Bir de üstüne 1989 yılında dışa açık sermaye hareketlerinin serbest bırakılması eklenince, ülkemiz küresel finans kapitalin oyun sahasına çıkmış oldu. Bu durum, daha önce olduğu gibi yine dış ödemeler dengesi açık veren, giderek daha da borçlanan, işsizliğin, yoksulluğun, eşitsizliğin arttığı bir ülke haline gelmemize neden oldu. Bu nedenle, ekonomimizi içine düşmüş olduğu çıkmazdan kurtarmanın ve gerçek anlamda bağımsız bir ülke olmanın tek yolu, emeğin egemen olduğu bir siyasi iktidarı örgütlemekten geçmektedir. Bu iktidarın merkezinde emekçi halkımızın kendi çıkarları olmalı ve üretim ilişkileri ve üretim araçlarını onlara ait olmalıdır. Ancak bu şekilde, kendi üretim araçlarını üretebilen, uluslararası pazarda rekabet edebilecek düzeydeki teknolojiyi geliştirebilen, emeğin hakça dağıtıldığı, insanca yaşanabilir bir Türkiye yaratılabilir.